Saturday, May 30, 2020

Zıkkımın Kökü!!!


ZIKKIMIN KÖKÜ!!!

Çocukken pek de kitap okumazdım. En çok ikinci sınıftayken yaz tatiline Didim’de aldıkları “Küçük Karabalık” ve “Pıtırcık Tatilde” severek okuduklarımdı. Yazları deniz tatillerini Didim’de geçirirdik. 1993 Temmuz ortalarıydı, yine Didim’deydik. Reklam panolarında bir ilan gördüm, imza günü varmış. Kitaba aşkımdan değil ama ilk defa ünlü birisiyle tanışmak adına babama beni götürmesi için ısrar ettim. Çok da sorgulamadan kabul etti aslında, şaşırtmıştı bu beni. Çünkü belki de kitap almak zorunda kalacaktık… Ama gittik. Babam, ablam ve ben postanenin ara sokağındaki kitapçıya(tek kitap satan yer Didim’de ve o zamanlar Didim için müthiş bir şey bu) doğru yol aldık. Küçücük dükkanın hemen önüne yerleştirilmiş dikdörtgen bir tahta masada oturan dört kişi derin bir sohbet tutturmuşlar gidiyor. Beyaz bıyıklı bir adam anlatıyor ve diğerleri hayranlıkla onu dinliyorlar. Ortada babam, solunda ben ve sağında ablam dikdörtgen masanın açıktaki yanına dikildik. Ben ne yaptığımızı anlamaya çalışıyorum. Masadakiler şöyle göz ucuyla bize bakıp sohbete geri dönerken beyaz bıyıklı ve masanın en yaşlısı olan ya bir ya iki kelime daha söyledikten sonra tekrar bize döndü ve “Oooo, İliş hoş geldin!” dedi. Şimdi bir dakika bu adam bizi tanıyordu yani, babama soyadıyla seslendiğine göre… Beyaz bıyıklı adam masadan kalkıp babamla kucaklaştılar, ardından babam ablamı ve beni haliyle beyaz bıyıklı adamı da bizimle tanıştırdı. Gülmese bile gülen bir sesle merhabalaştı gülen gözleriyle beyaz bıyıklı adam yani Muzaffer Amca, Muzaffer İzgü… Şaşkınlıkla birlikte hala anlamlandırmadığım şeyler vardı ama çok da düşünmek istemiyordum çünkü çok keyifliydim bu durumdan. Küçük ve yeni İliş olmak çok hoşuma gitmişti.

Masaya oturduk önce, Muzaffer Amca babama “Ali Bey nasıllar?” diye sordu. Babamsa “İyidir herhalde, uzun zamandır görüşmüyoruz. Öbür tarafa taşındıktan sonra görüşemedik.” dedi. Gülüştüler, ne yanıt alışkın olduğum bir yanıttı ne de babamdan böyle bir şey duymayı beklemiyordum… Biz sohbet ederken Muzaffer Amca hadi dedi bana bir kitap seç bakalım. Aklımdan “Lüp Lüp Makinesi” geçiyordu ama raflara bakarken başka bir kitaba uzandı elim, “Zıkkımın Kökü”… Kitabı alıp Muzaffer Amca’nın yanına gittim. “Ooo, çok güzel bir kitap. Benim yaşamöykümü okumaktan keyif alırsın dilerim.” dedi. Yaşam öyküsü mü? O kadar kitabın içinden onu mu seçmiştim(iyi ki de seçmişim…). Kitabımı alıp ilk sayfasını araladı ve bütün bir sayfa doldurdu. Bu kadar ne yazıyor diye bakıyordum yine heyecanla elbette. Kitabımı kapattı ve elini omzuma koyup yazdıklarını gözlerimin içine bakarak anlattı…

-       Büyükbabanla ben çok eski arkadaştık. Ben ilk yazılarımı onun gazetesinde yazdım ve onun ısrarıyla yazmaya devam ettim. Ali Bey’in hem anısı hem hatrıyla yaşam öykümü keyifle okumanı diliyorum…  

Sanıyorum diyebilecek sözüm kalmamıştı o yaşta. İçime dolan heyecanla öylesi mutlu olmuştum ki, tarifsiz hala…

Okumaya başladığım kitap “Zıkkımın Kökü” oldu. O nedenledir ki okumayı ’93 yılında öğrendim derim, doğru da… 

            İzmir’e üniversiteye gittim, kitap fuarı varmış. Hemen programa bakıp ne zaman geliyorsa Muzaffer Amca o güne denk getirmeye çalıştım ve her defasında kızıymışım gibi karşıladı beni. Hayran kalabalığında iki lafını esirgemedi hiçbir zaman. Zıkkımın Kökü’yle başlayan yolculuğumu ne yeni rotalara savurdu kimi zaman. Kendime öylesine yakın bulduğum ve hayranlık duyduğum Tezer Özlü ile de tanıştıran Muzaffer Amca’dır kalemimi elimden bırakmamamı söyleyen de… 

            Yıllardır çekinip uğrayamıyordum yanına. “Baban nasıl?” diye sorarsa ne yanıt vereceğimi bilemediğimden hep… Bu sene TÜYAP’ta uzun yıllardan sonra yanına gidip uzun uzun sohbet ettim, çok üzgündü. Eşinin ardından gün sayıyordu sanki… Aklımda kalacak bütün kitaplarını alıp birer birer imzalattım. Gönlüm isterdi ki bütün kitaplarını alıp imzalatsaydım… Sarılıp kucaklaşıp vedalaştık… Vedalaşmışız… 

            Şimdi ışık, ışığa karıştı. Huzurla uyu gülmelerimizin, hayallerimizin, kitaplarımızın kahramanı, Ökkeş’in babası, … 

            Hoşça kal… 
(29.08.2017, Didim) 





Wednesday, February 21, 2018

yeryüzüne dayanabilmek için...



"Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entellektüel örgüsü yoktur."

Kendisiyle ilk tanışmam üniversite yıllarımın başına geliyor. Bir yazara imza gününde kendi kendime karaladıklarımdan söz edince bana ilk olarak onun ve abisinin ismini verdi... Kimmiş bu diyerek elimi şöyle bir uzatmış oldum yaşam kalıntılarına, kitaplarına. Önce kapağı kaldırıp okumaya başladım; sonra sayfaları açtıkça kaybolmaya başladım içlerinde... Gerçekleri ile yüzleşmem ise bundan sonra başladı... Onun yürüdüğü yolda yürüdükçe, ayak izlerinin üzerine bastıkça gördüm ki yaşam herkesin önüne farklı bir pencere açıyormuş... Perde asmak, pencereyi açık ya da kapalı tutmak; camın rengini seçmek gibi tercihlerse tamamen bize ait... Siz neyi nasıl görmek istiyorsanız pencerenizi de ona göre yapılandırıyorsunuz.

Okumaktan keyif aldığım, hatta okudukça belki biraz da yaşadığım bu insanı merak ettim. Önce kim olduğunu araştırdım. Öğrendim ki kalmamış... Ardında kalanlar varmış elbet, ama o kalmamış; kalamamış... Kendi dilinde bir veda ile gitmiş uzaklara... Denizi bırakmış ardında ve deniz gibi derinliklerini... 

Onunla birlikte hep üç isim daha vardı. Onun yaşamında onun bana bıraktığı etkinin benzerini bırakmış (ve belki de aynı şekilde çekip gitmiş) üç isim... Üç farklı beyin, üç farklı yaşam, üç farklı dünya daha... Franz Kafka, Italo Svevo, Cesare Pavese... Aslında gidişine dair ipuçlarını onların peşinden giderek vermiş belki de...

 Okuduğum her harfinde bir parça ben bulduğum, okudukça mutlu olduğum yazılarında ve yaşamında beni en çok etkileyen rastlantıyı paylaşmak istiyorum bugün"ce"de sizlerle. Şimdi onun satırlarıyla kısacık bir yolculuk yapalım...

"Yılın bu en güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi algıladığım bu belirsiz sürede "Acının Durgunluğu"nu okurken tüylerim ürperiyor. Pavese'nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben geceyarısından sonra. Anadolu'da geceyarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo'da henüz belki de geceyarısı olmamıştı. Aynı gün. Aynı yıl değilse de. Ben, onun intiharından yedi yıl önce. Niçin burada hep Pavese okuyorum. Zamanı kaldıran olgu, hep benimle birlik kılıyor onu. İstanbul'da da onu okumadım mı. Yüreğimin atışlarını, gözümün algıladığı tüm görüntüleri yalnız onun çizdiği resimlerle, onun biçimlediği tümcelerle, onun bulduğu sözcüklerle birleştiriyorum. Nedir. Benliğimi bu denli onunla özdeşleştirmemin nedeni nedir." (Yaşamın Ucuna Yolculuk, s.7)

  
 Evet, kim olduğunu, ne zaman, nerede olduğunu, yaşamı boyunca hangi yollardan geçtiğini merak etmiş ve araştırmıştım... Tezer ÖZLÜ; 9 Eylül 1943 günü doğmuş ve 18 Şubat 1986 günü de aramızdan ayrılmış. Biraz da kendime dair bilgi vermeliyim sanıyorum burada... Ben 18 Şubat 1980 günü doğdum... "Aynı gün. Aynı yıl değilse de. Ben onun ölümünden 6 yıl önce."... Bunu farkettiğimde ben de çok şaşırmıştım gerçekten... "Yaşamın Ucuna Yolculuk" okuduğum üçüncü kitabıydı ve daha ilk sayfasında karşılaştığım bu rastlantı(?!) beni de çok şaşırttı.


Arta Kalanlar...

* Eski Bahçe ~ Eski Sevgi
* Yaşamın Ucuna Yolculuk
* Çocukluğun Soğuk Geceleri
* Leyla Erbil'e Mektuplar
* Kalanlar
* Zaman Dışı Yaşam
* Tezer Özlü'ye Armağan (haz. Sezer  Duru)






Monday, February 5, 2018

memleket karın doyurur mu?


Doğduğun değil, doyduğun yerdir memleket...

Aklıma takıldı bu söz. Doğduğum değil de doyduğum yermiş memleketim... Peki ya doymakla söz edilen yalnızca gündelik alınması gereken kalorinin temin edilmesi mi acaba? Doymak nedir sizce? Doymak deyince benim aklıma ruhun doyması da geliyor. Biraz peynir ve ekmeği mutfakta ayaküstü yemek mi? Yoksa bir dağ başında yürüyüşün ardından soluklanırken yemek mi? Hangisi daha doyurucu sizce? Peki muazzam bir sofrayı tek başına evde yemek mi yoksa dostlarla bir arada mı? 


Doğduğum yer değil de doyduğum yermiş memleketim... Doymak denilince aklıma hücrelerimin ihtiyaçları geliyor. Yalnızca oksijen, karbonhidrat, protein değil... Anladıkça, anlaşıldıkça; güldükçe, güldürdükçe bedenimin çeşit çeşit yerlerinden salgılanacak hormonların da nüfuzu hücrelerime... Yaşamak... Yaşadığını hissetmek belki de...



Thursday, November 23, 2017

Öğretmen"im"

ÖĞRETMEN"İM"... 


Sirkleri bilirsiniz. Çok eğlenceli yerlerdir. Çocuklar hep ister gitmeyi çünkü orada yalnızca o andadırlar. Gözleri kocaman açılmış ip cambazının nasıl düşmeden ipin üzerinde yürüdüğünü düşünürler ya da belki kendi yüzlerini koyarlar o kareye, ana iyice dalarlar. Bir de sirkte doğan, orada büyüyen çocuklar vardır. Farkı mı; o çocuklar zaten hep andadır. Onlardan biri olacaktır. Belki bir ip cambazı belki bir jonglör belki bir hokkabaz… Hani alaylı mı mektepli mi derler ya, işte o hesap. Alaylıdır o, alayın ortasında alayın ortasına doğmuştur ve yalnız o havayı solumaktadır göçebe, çadırda…

Kimi alaylıdır kimi mektepli. Kimi hem alaylıdır hem de mektepli. Ben onlardanım galiba, hem alaylı hem mektepli. Sanki öğretmenler odasında doğmuş gibi. Kendimin farkına varana dek ki o zamanlar artık bir ilkokul öğrencisiydim, hep öğretmenler oldu etrafımda sonrası da onların içinde geçecekmiş meğer hem de hergün biraz daha fazla sayıda öğretmenle. O havayı o kadar soludum ki, öyle içime işlemiş ki, doğduğum sene sömestr tatilini bile 45 gün yapmışlar bizim kentte…

Öğretmen anne-babanın ikinci çocuğu olarak doğdum, köy enstitülü bir dedenin torunu ve onun yine öğretmen olan iki çocuğunun yeğeni. Başımı ne yana çevirsem öğretmendi. Ne kadar şanslıymışım. Oysa zordur öğretmen çocuğu olmak…

Günümün yarısını annemle geçirdiysem kalanında babamlaydım. Birisi sabahçıysa diğeri öğleciydi benim için. 2. sınıfta başladım evde yalnız kalmaya ilk defa ve fişleri öğrendim diye okula kaydım yapılmıştı 5 yaşında. Pek değişen bir şey yoktu benim için çünkü kayıtsızken de günlerim aynı geçiyordu ya babamın ya annemin okulunda. Babamın okulunda bir taneydim, anneminkindeyse çok. Sonra çok olduğum okul oldu okulum.

Annem 1. sınıf okutuyordu, ben de her gün düzenli olarak gidip geliyordum onunla. Hatta o kadar ki, sık hasta olurdum ve hasta olup okula gitmediğim günler(o günler babamla sağlık ocağına giderdik, doktora) ödevlerimi, fişlerimi getiriyordu annem. O git gellerle geçerken 4. yaş sömestr tatili için teyzemlere gitmiştik. Kuzenimin yaş günü tam da tatile denk geliyor, biz de oradayız. Yaş günü partisi var, evi süsledik kedi merdivenleri ile renk renk. Akşama dek hep ikimizin yaş günü partisi, ikinizin pastası dediler. 15 gün var aramızda, bir de o 2 yaşında ben 4, çocuğuz işte… Akşam olunca parti zamanı. Işıklar söndü, mumlar yandı ve pasta geldi. İkimizin ya hani ikimizin de gözleri pastada. Nasıl olduysa harflere baktım ben. Elimde olmadan çıktı sesler… “E-me-re, e-me-re; emere yazıyor bunda!...” Kriz anı başlar. O zaman fark etmiş annem okumayı söktüğümü. Eskiden okuma sökülürdü, şimdiki gibi yalnızca öğrenilmezdi… Ertesi yıl da müdür diğer iki öğretmen çocuğu ile –ki onların yaşı tutuyordu- beni de kaydetmiş 1. sınıfa. Çok sıkıldım… Bütün o fişleri geçen yıl yazmıştım ben! Başka olmak, farklı olmak da yasaktı.

Ben hiç hatırlamıyorum, annem derdi üzgün üzgün. “Ne zaman dışarı çıksam koridora, sen cezalı olurdun birinci sınıfta. Paltoların arasında dururdun. Hep sınıftan atılırdın.” Neden acaba?...

Hep kağıt, kalem vardı etrafımda. Ya haritalı yapboz, ya kitap ya kalem olurdu hediyelerim. Oyalanayım diye bir tomar gazete koyarlardı önüme. Onlardan uçak, gemi, şapka yapardım boy boy. Sonra yanardı herhalde hepsi sobada. Hiçbirisi asılmadı. Oldu, bitti, gitti…

Görüştüğümüz aileler kimlerdi bilin bakalım? Evet, öğretmenler :) Niyazi Amcayı hiç unutmam, babamın arkadaşıydı. Benimle temelde iki soruyu içeren oyunlar oynardı. Bunlardan birisi yumurta hesabıydı; “Beşi beş kuruştan beş yumurta kaç kuruş eder?”. Sorduğum hiçbir öğrencim doğru bilemedi şimdiye dek… Diğeri biraz daha uzun bir oyundu; “İki kere iki?”, “Dört.”, “İki kere dört?”, “Sekiz.”, … diye devam ederdi. Tabi bunlar olurken ilkokulun ilk üç sınıfındayım. Oyun olduğu için çok severdim, hep de doğru bilerek giderdim. 2”li oyun hanelerini bilmediğim sayılara dek sürerdi…

Çeşit çeşitti çevremdeki öğretmenler. Sınıf öğretmenleri, branş öğretmenleri, meslek dersi öğretmenleri. Hatta ilk o zamanlar duymuştum minber(aklımda öyle kalmış işte, aslında mihver dersleri; demek ki o yaşların öğrenmeleri kalıcı...) dersi öğretmenleri diye bir şey vardı. Hep izledim onları, gözlemledim. Bu arada biraz kendimi kaçırmış olmalıyım ki liseye geldiğimde “Okumaz bu, okuyamaz!” demeye başlamıştı insanlar. Evet bir sene kazanamadım ama ertesi yıl ikinci tercihimi kazandım. Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği… Şaşırmadınız değil mi. Artık mektepli olma vakti gelmişti demek ki… O zamana dek alaylı olarak gözlemlediğim yaşamın içine daha bir dalıyordum şimdi. Lisede okumaz dedikleri o genç ne mi oldu? Hala okuyor. Bu hafta vizeleri başlıyor hatta ikinci üniversitesinin. Arada bir de yüksek lisans yaptı. Hala okuyor ve hep okuyacağını biliyor. Çünkü yaşamak için, yazmak için okumalı, biriktirmeli. Paylaşıp çoğaltmalı ki üretebilsin sürekli…

Hiç sözel becerisi olmadan gittiği eğitim fakültesini sözelci olarak bitirip, sayısal/sözel dengesini kendi çapında yerleştirdikten sonra o da bir öğretmen olmuştu artık. Hem alaylı hem mektepli…

Hani senede iki gün tekrar tekrar anıp ismimizi kutluyorlar ya bizi. Oysa öğretmen her gün aynı hazzı alabilmeli. Eline çiçek alıp gelmek zorunda olmayan çocukların yalnızca gözlerinden, bakışlarından. Bir tanesini dinlediği zaman öğrencisinin huzurla aldığı nefesten, sesini duyurmuş içindekini atmış olmanın mutluluğundan… Öğrencileriyle geçirdiği her bir andan alabilmeli öğretmen o hazzı. İster çocuk ister yetişkin olsun karşısındaki, ışığını yaymaktan alabilmeli o keyfi öğretmen…

Bunca yılda ne çok birikmiş hikayem. Bunlar yalnızca birkaçı aklıma gelen. Şimdi günü geçirmeden bir harf daha öğrenmek gerek günü gerçekleştirebilmek adına. Başta babam, annem; tüm öğretmenlerimin, tüm öğretmenlerin önünde eğiliyorum saygıyla.


Öğretmenler günün kutlu olsun öğretmenim…


Sunday, November 5, 2017

Bir"inci Sınıfın Cezalısı...


"Ne zaman koridora çıksam, sen koridorda asılı kabanların arasında duruyor olurdun. Her gördüğümde çok üzülürdüm!"



Annem bir sınıf öğretmeni. Dört yaşlarındayken annem 1. sınıf okutmaya başlamıştı. Artık bakıcı yaşını geçmiş ve birkaç sene anasınıfına gitmiş olduğum için yeni okuluyla birlikte annemin yanında sıklıkla okula gidip gelmeye başlamıştım. Akşamları plan yapılırdı o zamanlar. El yazısı ile deftere işlenir ve her gün okul yöneticilerinden birisi tarafından imzalanırdı. Akşamları evde fişler kesilirdi. Önce sözcüklere sonra hecelere bölünürdü cümleler... Hiç görmeme, duymama, işitmeme şansınız yoktu. Hele de farkında olarak ya da olmadan biraz meraklıysanız ki ben kağıtlarla, hamurla, çamurla oynamaya doyamazdım. Hatta oynamak değildi benimki... Önüme onlarca gazete koyduklarında bir gün boyunca haber alamayabilirdiniz benden. 

Dördüncü yaşın sömestr tatilinde kuzenimin doğum günü hazırlıklarında kutlamaların ikimiz için yapıldığına dair kandırılırken tam da akşam olup doğum günü pastası gelince ortaya çıktı her şey... "E-me-re, Emere, Emere yazıyor burada!" demişim tüm çocukluğumla ve annem o zaman fark etmiş okumayı öğrendiğimi. Ben de kandırıldığımı... Dört yaşını bitirmeye hazırlanırken... Bir sonraki sene okuldaki iki öğretmenin daha çocuğuyla birlikte yaşım tutmaksızın beni de kaydetmişler birinci sınıfa. Okuma - yazma biliyormuşum artık ne de olsa... Başka bir kritere ihtiyaç var mı? Yokmuş demek ki... 2 - 3 senelik anasınıfının ardından 1. sınıf başlamıştı. Gerçi ben zaten okula gidiyordum ki, kayıtlı ya da kayıtsız farkını zaman öğretecekti... 

Sulak yerde yetişmiş olduğumdan boyum biraz uzunca kaçıyordu sınıfta. Haliyle sınıfın en arka sırasında konuşlandırılmıştım. Pencere kenarından en arka sırada. Hemen arkamızda sınıf dolabı yer alıyordu tam karşımdaysa öğretmen masası ve yanımda okula alışamamış olan sıra arkadaşım... Öğretmen ne zaman sıra arkadaşımı tahtaya çağırsa hiç konuşmayan ve sürekli somurtan sıra arkadaşım önce sallanmaya başlardı ve çoklukla sallanmanın ardından altına yapardı. Bu aşamada benim görevim hemen koşup 5. sınıfa giden abisini çağırmaktı... Bu arada sınıfımda bir önceki yıldan dört arkadaşım vardı ve bunların ikisi koşulsuz kabuldeyken ikisi asla ve asla sevemedi beni. Çünkü dördü de bir önceki sene annemin sınıfından kalmışlardı... Önceki sene öğretmenin sınıfta oynayan kızıyken bu sene sınıf arkadaşı olmuştum ve üstelik ben okuyabiliyor ve yazabiliyordum... Ne feci!!! 

Sıkılıyordum. Bunu unutmuyorum. Unutsam da bu filmi(Taare Zameen Par / Yerdeki Yıldızlar-Her Çocuk Özeldir) her izlediğimde zihnimden kazınıp çıkıyor yeniden karşıma. Çünkü öğretmen ne anlatıyorsa biliyordum. Öğrenmiştim önceki sene. Daha başka bir şeylere ihtiyacım vardı ama neye?! O kadar çocuğun içinde benim bireysel ihtiyaçlarımı kim araştırabilirdi ki... Kimin zamanı vardı buna? O halde biz de sıkılan öğrenciyi yaramaz olarak adlandırıp cezalandırıyoruz ki uslansın... Uslandım mı? Ehlileştirildim belki ama bu süreç potansiyelimin büyük bir kısmını da alıp götürdü benden. Götürmüş yani, zira bakıyorum da o eski halimden eser yok şimdi... 

Ben pek anımsamıyor olsam da annemin o yıllara dair anlattığı tek şey var... "Ne zaman koridora çıksam, sen koridorda asılı kabanların arasında duruyor olurdun. Her gördüğümde çok üzülürdüm!" Ne kötüymüşüm, ne uyumsuz, laftan sözden anlamaz... Oysa kabanların arasında gülümseyerek beklerdim. Neden orada olduğumu ya da neyi beklediğimi bilmeden. Bilseydim, çıkar giderdim sanıyorum okuldan... Oysa ben faaliyetleri, sosyal çalışmaları, etkinlikleri, bahçedeki dersleri, fiziksel hareket içeren şeylerin hepsini çok seviyordum. Hele okula olan sevgimi tarif edemem. Ne de olsa okulda doğup büyümüştüm neredeyse... Ama sevgime karşılık alamamalarım o günlerde başladı işte... Hep çok sevdim de sevdiğimce sevilemedim...