Thursday, November 23, 2017

Öğretmen"im"

ÖĞRETMEN"İM"... 


Sirkleri bilirsiniz. Çok eğlenceli yerlerdir. Çocuklar hep ister gitmeyi çünkü orada yalnızca o andadırlar. Gözleri kocaman açılmış ip cambazının nasıl düşmeden ipin üzerinde yürüdüğünü düşünürler ya da belki kendi yüzlerini koyarlar o kareye, ana iyice dalarlar. Bir de sirkte doğan, orada büyüyen çocuklar vardır. Farkı mı; o çocuklar zaten hep andadır. Onlardan biri olacaktır. Belki bir ip cambazı belki bir jonglör belki bir hokkabaz… Hani alaylı mı mektepli mi derler ya, işte o hesap. Alaylıdır o, alayın ortasında alayın ortasına doğmuştur ve yalnız o havayı solumaktadır göçebe, çadırda…

Kimi alaylıdır kimi mektepli. Kimi hem alaylıdır hem de mektepli. Ben onlardanım galiba, hem alaylı hem mektepli. Sanki öğretmenler odasında doğmuş gibi. Kendimin farkına varana dek ki o zamanlar artık bir ilkokul öğrencisiydim, hep öğretmenler oldu etrafımda sonrası da onların içinde geçecekmiş meğer hem de hergün biraz daha fazla sayıda öğretmenle. O havayı o kadar soludum ki, öyle içime işlemiş ki, doğduğum sene sömestr tatilini bile 45 gün yapmışlar bizim kentte…

Öğretmen anne-babanın ikinci çocuğu olarak doğdum, köy enstitülü bir dedenin torunu ve onun yine öğretmen olan iki çocuğunun yeğeni. Başımı ne yana çevirsem öğretmendi. Ne kadar şanslıymışım. Oysa zordur öğretmen çocuğu olmak…

Günümün yarısını annemle geçirdiysem kalanında babamlaydım. Birisi sabahçıysa diğeri öğleciydi benim için. 2. sınıfta başladım evde yalnız kalmaya ilk defa ve fişleri öğrendim diye okula kaydım yapılmıştı 5 yaşında. Pek değişen bir şey yoktu benim için çünkü kayıtsızken de günlerim aynı geçiyordu ya babamın ya annemin okulunda. Babamın okulunda bir taneydim, anneminkindeyse çok. Sonra çok olduğum okul oldu okulum.

Annem 1. sınıf okutuyordu, ben de her gün düzenli olarak gidip geliyordum onunla. Hatta o kadar ki, sık hasta olurdum ve hasta olup okula gitmediğim günler(o günler babamla sağlık ocağına giderdik, doktora) ödevlerimi, fişlerimi getiriyordu annem. O git gellerle geçerken 4. yaş sömestr tatili için teyzemlere gitmiştik. Kuzenimin yaş günü tam da tatile denk geliyor, biz de oradayız. Yaş günü partisi var, evi süsledik kedi merdivenleri ile renk renk. Akşama dek hep ikimizin yaş günü partisi, ikinizin pastası dediler. 15 gün var aramızda, bir de o 2 yaşında ben 4, çocuğuz işte… Akşam olunca parti zamanı. Işıklar söndü, mumlar yandı ve pasta geldi. İkimizin ya hani ikimizin de gözleri pastada. Nasıl olduysa harflere baktım ben. Elimde olmadan çıktı sesler… “E-me-re, e-me-re; emere yazıyor bunda!...” Kriz anı başlar. O zaman fark etmiş annem okumayı söktüğümü. Eskiden okuma sökülürdü, şimdiki gibi yalnızca öğrenilmezdi… Ertesi yıl da müdür diğer iki öğretmen çocuğu ile –ki onların yaşı tutuyordu- beni de kaydetmiş 1. sınıfa. Çok sıkıldım… Bütün o fişleri geçen yıl yazmıştım ben! Başka olmak, farklı olmak da yasaktı.

Ben hiç hatırlamıyorum, annem derdi üzgün üzgün. “Ne zaman dışarı çıksam koridora, sen cezalı olurdun birinci sınıfta. Paltoların arasında dururdun. Hep sınıftan atılırdın.” Neden acaba?...

Hep kağıt, kalem vardı etrafımda. Ya haritalı yapboz, ya kitap ya kalem olurdu hediyelerim. Oyalanayım diye bir tomar gazete koyarlardı önüme. Onlardan uçak, gemi, şapka yapardım boy boy. Sonra yanardı herhalde hepsi sobada. Hiçbirisi asılmadı. Oldu, bitti, gitti…

Görüştüğümüz aileler kimlerdi bilin bakalım? Evet, öğretmenler :) Niyazi Amcayı hiç unutmam, babamın arkadaşıydı. Benimle temelde iki soruyu içeren oyunlar oynardı. Bunlardan birisi yumurta hesabıydı; “Beşi beş kuruştan beş yumurta kaç kuruş eder?”. Sorduğum hiçbir öğrencim doğru bilemedi şimdiye dek… Diğeri biraz daha uzun bir oyundu; “İki kere iki?”, “Dört.”, “İki kere dört?”, “Sekiz.”, … diye devam ederdi. Tabi bunlar olurken ilkokulun ilk üç sınıfındayım. Oyun olduğu için çok severdim, hep de doğru bilerek giderdim. 2”li oyun hanelerini bilmediğim sayılara dek sürerdi…

Çeşit çeşitti çevremdeki öğretmenler. Sınıf öğretmenleri, branş öğretmenleri, meslek dersi öğretmenleri. Hatta ilk o zamanlar duymuştum minber(aklımda öyle kalmış işte, aslında mihver dersleri; demek ki o yaşların öğrenmeleri kalıcı...) dersi öğretmenleri diye bir şey vardı. Hep izledim onları, gözlemledim. Bu arada biraz kendimi kaçırmış olmalıyım ki liseye geldiğimde “Okumaz bu, okuyamaz!” demeye başlamıştı insanlar. Evet bir sene kazanamadım ama ertesi yıl ikinci tercihimi kazandım. Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği… Şaşırmadınız değil mi. Artık mektepli olma vakti gelmişti demek ki… O zamana dek alaylı olarak gözlemlediğim yaşamın içine daha bir dalıyordum şimdi. Lisede okumaz dedikleri o genç ne mi oldu? Hala okuyor. Bu hafta vizeleri başlıyor hatta ikinci üniversitesinin. Arada bir de yüksek lisans yaptı. Hala okuyor ve hep okuyacağını biliyor. Çünkü yaşamak için, yazmak için okumalı, biriktirmeli. Paylaşıp çoğaltmalı ki üretebilsin sürekli…

Hiç sözel becerisi olmadan gittiği eğitim fakültesini sözelci olarak bitirip, sayısal/sözel dengesini kendi çapında yerleştirdikten sonra o da bir öğretmen olmuştu artık. Hem alaylı hem mektepli…

Hani senede iki gün tekrar tekrar anıp ismimizi kutluyorlar ya bizi. Oysa öğretmen her gün aynı hazzı alabilmeli. Eline çiçek alıp gelmek zorunda olmayan çocukların yalnızca gözlerinden, bakışlarından. Bir tanesini dinlediği zaman öğrencisinin huzurla aldığı nefesten, sesini duyurmuş içindekini atmış olmanın mutluluğundan… Öğrencileriyle geçirdiği her bir andan alabilmeli öğretmen o hazzı. İster çocuk ister yetişkin olsun karşısındaki, ışığını yaymaktan alabilmeli o keyfi öğretmen…

Bunca yılda ne çok birikmiş hikayem. Bunlar yalnızca birkaçı aklıma gelen. Şimdi günü geçirmeden bir harf daha öğrenmek gerek günü gerçekleştirebilmek adına. Başta babam, annem; tüm öğretmenlerimin, tüm öğretmenlerin önünde eğiliyorum saygıyla.


Öğretmenler günün kutlu olsun öğretmenim…


Sunday, November 5, 2017

Bir"inci Sınıfın Cezalısı...


"Ne zaman koridora çıksam, sen koridorda asılı kabanların arasında duruyor olurdun. Her gördüğümde çok üzülürdüm!"



Annem bir sınıf öğretmeni. Dört yaşlarındayken annem 1. sınıf okutmaya başlamıştı. Artık bakıcı yaşını geçmiş ve birkaç sene anasınıfına gitmiş olduğum için yeni okuluyla birlikte annemin yanında sıklıkla okula gidip gelmeye başlamıştım. Akşamları plan yapılırdı o zamanlar. El yazısı ile deftere işlenir ve her gün okul yöneticilerinden birisi tarafından imzalanırdı. Akşamları evde fişler kesilirdi. Önce sözcüklere sonra hecelere bölünürdü cümleler... Hiç görmeme, duymama, işitmeme şansınız yoktu. Hele de farkında olarak ya da olmadan biraz meraklıysanız ki ben kağıtlarla, hamurla, çamurla oynamaya doyamazdım. Hatta oynamak değildi benimki... Önüme onlarca gazete koyduklarında bir gün boyunca haber alamayabilirdiniz benden. 

Dördüncü yaşın sömestr tatilinde kuzenimin doğum günü hazırlıklarında kutlamaların ikimiz için yapıldığına dair kandırılırken tam da akşam olup doğum günü pastası gelince ortaya çıktı her şey... "E-me-re, Emere, Emere yazıyor burada!" demişim tüm çocukluğumla ve annem o zaman fark etmiş okumayı öğrendiğimi. Ben de kandırıldığımı... Dört yaşını bitirmeye hazırlanırken... Bir sonraki sene okuldaki iki öğretmenin daha çocuğuyla birlikte yaşım tutmaksızın beni de kaydetmişler birinci sınıfa. Okuma - yazma biliyormuşum artık ne de olsa... Başka bir kritere ihtiyaç var mı? Yokmuş demek ki... 2 - 3 senelik anasınıfının ardından 1. sınıf başlamıştı. Gerçi ben zaten okula gidiyordum ki, kayıtlı ya da kayıtsız farkını zaman öğretecekti... 

Sulak yerde yetişmiş olduğumdan boyum biraz uzunca kaçıyordu sınıfta. Haliyle sınıfın en arka sırasında konuşlandırılmıştım. Pencere kenarından en arka sırada. Hemen arkamızda sınıf dolabı yer alıyordu tam karşımdaysa öğretmen masası ve yanımda okula alışamamış olan sıra arkadaşım... Öğretmen ne zaman sıra arkadaşımı tahtaya çağırsa hiç konuşmayan ve sürekli somurtan sıra arkadaşım önce sallanmaya başlardı ve çoklukla sallanmanın ardından altına yapardı. Bu aşamada benim görevim hemen koşup 5. sınıfa giden abisini çağırmaktı... Bu arada sınıfımda bir önceki yıldan dört arkadaşım vardı ve bunların ikisi koşulsuz kabuldeyken ikisi asla ve asla sevemedi beni. Çünkü dördü de bir önceki sene annemin sınıfından kalmışlardı... Önceki sene öğretmenin sınıfta oynayan kızıyken bu sene sınıf arkadaşı olmuştum ve üstelik ben okuyabiliyor ve yazabiliyordum... Ne feci!!! 

Sıkılıyordum. Bunu unutmuyorum. Unutsam da bu filmi(Taare Zameen Par / Yerdeki Yıldızlar-Her Çocuk Özeldir) her izlediğimde zihnimden kazınıp çıkıyor yeniden karşıma. Çünkü öğretmen ne anlatıyorsa biliyordum. Öğrenmiştim önceki sene. Daha başka bir şeylere ihtiyacım vardı ama neye?! O kadar çocuğun içinde benim bireysel ihtiyaçlarımı kim araştırabilirdi ki... Kimin zamanı vardı buna? O halde biz de sıkılan öğrenciyi yaramaz olarak adlandırıp cezalandırıyoruz ki uslansın... Uslandım mı? Ehlileştirildim belki ama bu süreç potansiyelimin büyük bir kısmını da alıp götürdü benden. Götürmüş yani, zira bakıyorum da o eski halimden eser yok şimdi... 

Ben pek anımsamıyor olsam da annemin o yıllara dair anlattığı tek şey var... "Ne zaman koridora çıksam, sen koridorda asılı kabanların arasında duruyor olurdun. Her gördüğümde çok üzülürdüm!" Ne kötüymüşüm, ne uyumsuz, laftan sözden anlamaz... Oysa kabanların arasında gülümseyerek beklerdim. Neden orada olduğumu ya da neyi beklediğimi bilmeden. Bilseydim, çıkar giderdim sanıyorum okuldan... Oysa ben faaliyetleri, sosyal çalışmaları, etkinlikleri, bahçedeki dersleri, fiziksel hareket içeren şeylerin hepsini çok seviyordum. Hele okula olan sevgimi tarif edemem. Ne de olsa okulda doğup büyümüştüm neredeyse... Ama sevgime karşılık alamamalarım o günlerde başladı işte... Hep çok sevdim de sevdiğimce sevilemedim...